Ya/saklı Kitaplar
Bazılarının dediği gibi tek parti döneminde ortalık aydınlık içinde değildi. Yine bazılarının zannettiği gibi bu ülkede diktatörlük 2000’lerden sonra başlamadı. Öncesi var ve anlatmaya oradan başlamak lazım.
Eğret gibi bir köyde Cumhuriyet döneminin büyük inkılapları nasıl yankılandığını, o günleri yaşayanların ağzından dinledik. Kimine göre yönümüzü Batı’ya döndüren bu köklü değişiklikler çok olumlu karşılanmış, Eğretliler tepki göstermeden bunları benimsemişler. Kasketler takılırken itiraz edilmemiş, durumu iyi olanlar fötr almış. Zamanla terziler kasket dikmeye bile başlamışlar. Harf değişikliğine tepki gösteren de olmamış. Medrese hemen üç sınıflı İlkmektebe dönüştürülmüş, çocuklar hevesle oraya koşmuşlar. Türkçe ezan, itirazsız kabul edilip uygulanmış…
Kimine göre de tepkisizliğin sebebi korku imiş. Aslında bu değişiklikleri hiç istememişler, mesela yaşlılar sarıklarını bırakmak, takkelerini çıkarmak istememişler. Yeni harflerle yazıya temelde itiraz edilmemiş, ama mesele varıp Kuran’a dokununca herkeste bir hoşnutsuzluk oluşmuş.
Türkçe ezan meselesi de öyle; tamam ‘Tanrı uludur! Tanrı uludur!’diye başlamışlar, ama bunu hiçbir zaman isteyerek yapmamış, zorunluluktan öyle davranmışlar. Gavas İbrahim Sargın Gocacami’de ‘Allahuekber Allahuekber’ diye kamete başlayınca, cemaatin içindeki Sağırmuallim Hasan Hüseyin Tekin onu susturarak Türkçe ezan ve kamet kararını millete duyurmuş. Gavas susmasın da ne yapsın. Nahiye Müdürü olsun, öğretmenler olsun, Jandarma olsun, bu konuda Hükümetin adamı olarak inkılapların işleyişini takip etmişler. Eğretliler de bu korkuyla hemen pusmuşlar. Neticede işin sonunun İstiklal Mahkemelerine dayandığını biliyorlar çünkü…
Tekke ve zaviyelerin kapatılması kararından sonra Hacı İbrahim zaviyesi kapatılmış. Lakin Eğretlilerin kalbindeki Hacı İbrahim Dede sevgisini de kapatamazsın ya. Camiden çıkıp türbenin başında Fatiha okuyanları, gelip geçenlerin orada duraklayıp dua etmelerini zamanın Nahiye Müdürü bir türlü hazmedememiş. Sinirinden varıp türbeyi tekmelemeye başlamış, o derece hazımsız…
Okuma çağına gelen çocukların aşkla şevkle mektebe gittikleri doğrudur. Onların zihni eski harflerle karışmadığı, okumaya yazmaya yeni harflerle başlayacakları için problem yoktu. Asıl travmayı eski yazıyı bilenler geçirdi… Çünkü zihnini ve hafızasını sıfırlayıp yeniden başlamak gerekecekti. Bu oldukça zor vartayı atlatamayanların halini normal karşılamak gerek.
Mesela Körhoca (İbrahim Varlı) Dedem bu talihsizlerdendir. Kuran’ı öğrendikten sonra medreseye devam etmiş, hafız olmuş. Bu arada aldığı bütün dersleri de gayet tabi eski harfli kitaplardan takip etmiş. Bundan doğal bir şey olamaz, zira bütün kitaplar eski harfli… Zaten Kur’an merkezli eğitildikleri için Kur’an harfleriyle yatıp kalkmaları gerekirdi. Eğitim, bilgi, görgü, kültür, birikim vs. her nesi varsa bunun üzerine bina edilmiş olan alfabe bir günde değişiveriyor. Hepsi gitti, bir anda yok oldu… Bu durum insanı nasıl yaralar, hiçbir zaman anlayamayacağız…
Eski harfli kitap, risale, gazete vb. matbu şeylerin yasaklandığını söylüyorlar. Bu hususta Eğret’te takibat yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz; ama müthiş bir korku kaplamış köyü… Eski harfli kitap bulundurmanın neticesine yönelik bir korku salınmış besbelli…
Yasaklı kitapların içinde Kur’an var mıydı? Bu konuda da çok spekülasyon var. Hiçbir zaman Kur’an bulundurmanın ve okumanın yasaklanmadığını, kısıtlanmadığını, isteyenlerin özgürce okuduğunu savunanlar var. Bununla beraber Türkçe ezanla birlikte Kuran’ın da Türkçe okunmasına yönelik çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Bu hengamede Kur’an okumanın yasaklanmasa bile kısıtlandığını, ancak Kur’an öğretmenin büsbütün yasaklandığını söyleyenler de bulunuyor. Bu dönemde yine de evlerde gizli gizli öğretenler varmış. İşte Körhoca onlardan birisidir.
Gizliden Kur’an öğretmek gibi cesurca davranışın yanında Körhoca, bir çok kitabını saklamanın da failidir. Talise doldurduğu eski yazılı kitaplarını, kayaların arasındaki bir in/mağaraya atmış. Buna nasıl bir korkunun sebep olabileceğini hesabedin. Büyük oğlu Arif Varlı ile birlikte işledikleri bu cinayetin üzerinden yirmi yıl kadar sonra, nispeten tek parti etkisinin kırıldığı 50’li yıllarda Arif Emmim konuyu gündeme getirmek istemiş. ‘Gidip kitapları alalım’ diyecekmiş, ama şiddetle susturmuş Dedem… Ben korkunun o yıllarda hala devam ettiğine yordum onun bu şiddetli susturmasını…
Tek parti döneminden eser kalmadığı 1969 yılında Körhoca’nın korkusunu haklı çıkarırcasına bir haber yayınlanıyor. Milliyet Gazetesinin 10 Mayıs tarihli nüshasının birinci sayfasında duyurulan habere göre, Anıtkaya Bucağında 49 Nurcu tutuklanmış. Sekiz kadının da bulunduğu 49 kişi arasında Gobakların Derviş (İbrahim Kopan) da bulunuyor… Körhoca yok, lakin kitaplar var. Said Nursi’ye ait kitaplar’a da suç aleti olarak el koymuşlar. ‘Nurcu ayin’ dedikleri şey de zaten kitap okumak oluyor… Öyle bir dönem ki; kimi kitaplarını saklıyor, kimi saklı saklı kitap okuyor.
Saklanan kitaplar orada öylece kalmış, ne oldu bunlara diye gidip bakmamışlar. 1971 Yılında Dedem vefat ettikten sonra da ardını aramamışlar. Gademguyu ile Gayalar arasındaki mevki parsellendi, şimdi oralar evlerle doldu. Elbette mağaralar kapatılmıştır. Onların birine saklanan kitaplar arasında Kur’an var mıydı, bunu bilemeyiz. Başka hangi mağaralara kitaplar saklandı, nerelere gömüldü bunu da bilemeyiz…
Yirminci yüzyılda takılıp kalmadan, yarım asır sonraya zıplıyoruz. Hani şu çocuklarınızın torunlarınızın işin aslının, 6-7 Eylül olayları gibi başarılı bir istihbarat operasyonu olduğunu anlayacağı 15 Temmuz 2016 darbe tiyatrosuna gelelim. O gece öz kardeşlerinizi ‘darbeci, terörist, hain’ gibi yüzlerce iftira ile yaftalayıp kuyuya atmıştınız. Sizin o yaftalamanızdan cesaret alanlar hemen ertesi günü operasyonlara başlayıp gözaltı, aşağılama, işkence, tutuklama, sürgün, kovalama, soykırım ve daha senin aklına gelmeyen bilmemnelere tabi tuttular. Operasyonlar genelde evlere ‘baskın’ ile başlıyor, ‘arama’ adı altında evleri talan ediyorlardı. Aramalarda elde edilen ‘suç aletleri’ hep aynıydı; kitap, 1 dolarlık banknot, gazete, dergi, flash bellek vb… Örgütü çökertmenin gururuyla ‘ele geçirilen suç aletleri’nin fotoğrafı çekilip medyaya dağıtılıyordu. Her ilin emniyetinde çekilmiş bu tip operasyon fotoğraflarını hala bulabilirsiniz. Bunların en önemli özelliği, boy boy, renk renk kitap görseli oluşturmalarıdır…
İlk operasyonlar yapıldığında şu anlaşıldı: Cemaate ait yayınların hepsi terör örgütü üyeliğine delil kabul ediliyordu. Gazete, dergi, kitap fark etmiyor; nerede basılmış, kim yazmış, kim yayınlamış buna bakıyorlar. F.Gülen’in kitabı varsa baştan yandın, kim yazarsa yazsın Cemaat matbaasında basılmışsa yine yandın, içeriği önemli değil Cemaat yayınlarından çıkmışsa kurtuluşun yok…
Vaziyet bu olduğu anlaşılınca herkes evinde temizliğe girişti. Yukarıda söylediğim kriterlere uyan ne varsa onlardan kurtulmanın yoluna baktı. Kimi fırınlarda yaktı, kimi kırda bayırda toprağa gömdü, kimi ıssız bir yere gidip moloz döker gibi atıp kaçtı, hiçbir yere çıkamayanlar çuvala doldurup gece yarıları çöpe attı…
Şimdi (herkesin ‘şimdi’si farklı, bu satırları okuduğunuz an sizin ‘şimdi’nizdir) çılgın gibi kitap saklamanın mantığını anlatmak çok zor. Fakat o günleri yaşayanlar için onlardan kurtulmak en tutarlı yol gibi görünüyordu. Bazı kitapları bulundurmak, Peygamberimizin ‘imanı muhafaza etmek, elinde bir kor tutmak kadar zor’ diye haber verdiği ahir zaman durumunu andırıyordu. O koru avuçlamak çok zordu, bu yüzden muvakkaten kitaplardan ayrılmak zorundaydık.
Hz. Ömer’in Müslüman oluşuyla ilgili bir menkıbe anlatılır. Kız kardeşinin evini bastığında içerdekiler gizlice Kur’an okumaktadır, korkularından sayfaları saklarlar. Neticede onları görür, okur ve Müslüman olur; orası ayrı… Burada ilk zamanlarda Kuran’ın saklanmak zorunda kalındığına bir örnek ayrıntı bulunuyor.
Bu örneği şunun için verdim; bizim sakladığımız, yaktığımız, attığımız kitaplar arasında Kur’an da bulunuyordu. Mealli Kur’an-ı Kerim’i Suat Yıldırım veya Ali Ünal hazırlamışsa suç unsuru kabul ediliyordu. Ayrıca Elmalılı Meali ve Hak Dini Kur’an Dili tefsiri Zaman baskılı ise onu bulundurmak suçtu. Bunların Kur’an olmasının bir önemi yoktu…
Nur Risaleleri de bu kapsamda ele alınabilir. Her biri Kuran’ın özel bir tefsiri olduğunu Müellifinin beyan ettiği bu kitapları daha iyi anlaşılması ve daha çok kişiye ulaşması amacıyla sadeleştirilerek Cemaat tarafından basılmıştı. Onlar da bu kitap katliamından nasiplendiler, mecburen sade risalelerden de ayıkladık kütüphaneleri. Zaten bu Nur’ların kaderi başlangıçtan beri hiç değişmemiş…
Reşit Haylamaz’ın Efendimiz adını verdiği Peygamberimizi anlattığı güzel bir eseri var. O kitabı hem Zaman hem Yeni Şafak okurlarına hediye etmiş. Bende ikisi de vardı, Zaman’ın hediyesini mecburen kaybettik. Öteki duruyor, üzerinde Yeni Şafak yazdığı için bakmadılar bile… Böyle gülünç durumlar çok yaşandı. Ömer Seyfettin’den Seçme Hikayeler’i basmayan yayınevi yoktur. Meslek gereği bizim kitaplıkta da hemen her çeşidi bulunur. Diğerlerine ellemeden Zaman baskılıyı ortadan kaldırdık. Aynı şey İmla Kılavuzu, Sözlük, Test kitapları için de söz konusu oldu… Hasılı, işe yarar ne kadar kitap varsa insanlar ellerinden çıkarmak zorunda kaldı.
Rahmetli Cavit Keskin Hoca ‘Toz duman yatıştıktan sonra bu kitapların değeri çok iyi anlaşılacak. Bu yüzden imha etmedim, kimsenin bulamayacağı bir yere sakladım, vakti gelince ortaya çıkaracağım.’ demişti. Ömrü vefa etmedi.
Benim kütüphene sekiz yıldır öksüz. Tam da okunması gerekli zamanda kitaplarımıza erişemiyoruz. Bununla beraber Cavit Hoca gibi düşünüyorum, elbette saklı kitapların özgürlüğüne kavuşacağı o günler gelecek… Akıbeti Körhoca Dedemin kitaplarına benzesin istemem…
Evet, bazılarının sandığı gibi diktatörlük AKP ile başlamadı, öncesi var; ama tarih, bu dönemdeki kadar korkunç kitap katliamı yaşamadı…