portreler

Hoca Emmi, Akbaşın Mehmet Hoca

         Derler ki Kur’an Mekke’de indi, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı. Meşhur okuyucuların çoğu Mısır’dan çıkması ve hat sanatının Türkiye’de zirveleşmesi bu sözü doğruluyor. Eskiler Kuran dinlemek için kısa dalgadan Kahire Radyosu’nu ararmış. En güzel mushaflar da İstanbul’da yazılır, sonradan basılır olmuş.

    Milliyetçilik yapmak gibi olmasın; ama Arap baskılarını okumakta hala zorlanırım. Göz ve zihin alışkanlığından olsa gerek, ille de bizim Kuran’ı ararım. Bu konuda biraz daha ileri gitmekten çekinmeyip söyleyeceğim, ben Arap tarzı tilavetten de haz alamıyorum. Her şeyin ‘yerli ve milli’ olanı revaçtayken bu konuda niye başkalarına öykünüyoruz, bu da ayrı bir konu.

    Literatüre girmemiş olsa da bir ‘Türk tarzı’ okuyuşun varlığını 2006 yılında fark ettim. Bir bahar akşamı Sultan Murat Camii’nde yatsı ezanını bekliyoruz. Bir rüyadaymış gibi etrafıma bakınıyorum. Çok eski belirsiz zamanların birindeyim, lakin tam olarak yeri ve zamanı kestiremiyorum; o kadar rüyamsı bir hal… Biraz daha düşünsem bulacağım, zihnimin ucunda; ama hayır, bu havayı nerede teneffüs ettiğimi bulamıyorum…

    Nihayet yatsı ezanı semâlanınca ‘Aha’ dedim ‘Bu bizim ezan’…  Önce uğradığımız Üsküp camileri genelde Arnavutlara aitti, Arap ülkelerinde eğitim almış imamların okuyuşuna ise doğal olarak o ülkelerin esintisi hakimdi. Ama işte bu imam bizim ezanı, Türk ezanını okuyordu. Çocukluğumdan beri Anıtkaya’da işittiğimdi… Kulağımın aşina olduğu ezanla, kafamdaki bulanıklık dağılır gibi oldu; ama tam değil… Bu halde namaza durduk…

    Sünneti hangi duygular eşliğinde kıldığımı şimdi hatırlayamayacağım. Lakin müezzinin sesiyle ikinci defa irkildim. Bu, biraz önce bizim ezanı okuyan sesti ve aynı bizim tarz ve üslupla ‘Gulfüye’ başlamıştı. Bu sesle yine çok tanıdık ama neresi olduğu kestirilemeyen alemlere gittik. Üç İhlas’tan sonra kamet… Yine bizden… Safa yerleşirken içinde bulunduğum rüya alemi belirginleşmeye başladı; çizgiler netleşti, renkler ve görüntü canlandı…

    Allahüekber ile uyduk imama… Fatiha başlayınca ortalık aydınlanıverdi. İçeride bir rüyaya dalmış gibiydim ya, ezanla silkinip kametle ürpermiştim hani… İşte imamın sesi uyanışın finali oldu… O ne kendine has bir okuyuştur öyle… Yanlış anlaşılmasın, fazladan hiç bir özelliği yok, öylesine sade bir okuyuştu…

    Öncelikle sesi tiz ve yalabık değildi, aksine biraz pürüzlü hissi veriyordu. Yalnız bu pürüz kulağı rahatsız edecek keskinlikte değildi. Fırından yeni çıkmış sıcak ekmeğin kabuğunda çıtır tırnaklar olur, görene kopar da ye beni der. Ağzına attığında fark edersin ama iş işten geçmiştir, tırnaklar avurdunu yırtar. Bilenler ekmeği iç dış yaparak çevirir, keskin tırnaklar içe doğru bohçalanınca avurda damağa değmez, kendi kendini öğütürler. O çıtır görüntülü ekmeği kendine zarar vermeden yemiş olursun. Hocanın pürüzlü sesi, dürülmüş çıtır ekmek gibi kulağı tahriş etmeden geçip gidiyor, beynin alıcı istasyonuna ulaşıyor gibiydi. Hem pürüzlü, hem kulağı yormayan bir ses…

    İkinci olarak, benim pürüzlü dediğim sesin çatallı olduğu sanılmasın. Hani öyle sesler vardır ki, iki ayrı kanaldan geliyormuş da ağızda birleşmeye çalışıyormuş hissi verir; ne kadar da olsa o ikilik gizlenemez, ahenksiz bir şey ortaya çıkar. Böyle seslere çatallı diyorlar, bizim imamın sesi böyle de değil. 

    Son olarak, bu özellikte bir sesin sahibi olan hoca çok doğal okuyordu. Öyle elif miktarı hesabı filan anlaşılmıyor, karadüzen gidiyordu. Ayın çatlatma, gaf patlatma yok; seninle sohbet eder gibi okuyor, zihinleri dere tepe dolaştırmadan merama odaklı kıraat ediyordu…

    Türk tarzı dediğim okuyuş budur işte. Karabudun Türk’ü anadili olmadığı için Kur’an kıraatinin tekniğini tam bilemez. Bilse de bir Arap gibi uygulayamayacağının farkındadır. Bu yüzden kabuğa değil öze odaklanıp sesine bütün samimiyetini yükler de öyle okur. Dinleyenler ne denildiğini anlamaz; lakin o samimiyetin hatırına ihlasa erer. Çoğu zaman bu ses ve okuyuş, muhatabının gönlüne işler…

    Sultan Murat Camiinin imamı Türk tarzı okuyor, okuduğu kalbe dokunuyordu. Bununla beraber bir yandan da bu ses ve okuyuşu nereden hatırladığımı düşündüm durdum. Çok da uzun sürmeyen ilk rekat boyunca çok değişik duygular yaşadım. Ben namaz mı kıldım, o beni mi kıldı bilemem; ama o ses ve kıraatin sahibini hatırladım. Sonraki üç rekatı ne sen sor, ne ben söyleyeyim…

    Benim hafızamda Türk tarzının en mümtaz ve mütevazi temsilcisi Akbaş Mehmet Hocadır. Bunun böyle olduğunu 2006 yılının bir yatsı namazında Sultan Murat Camii’nde fark ettim…

    Akbaşın Mehmet Hoca Türk tarzının belki de son temsilcisiydi. Bunu tamamlayan dikkat çekici ve üzerinde durulması gereken bir başka özelliği de samimiyettir. Ya da samimiyet Türk tarzının ayrılmaz parçası olduğundan bizim dikkatimiz çekiyordu Hocanın samimiyeti. 

    Bazen sadelik ve yalınlık biçimine bürünen bu içtenlik duygusu onun kıraatine o kadar hakimdi ki kendini hiç bir zaman hissettirmeyecek kadar törpülenmişti. Onun Kur’anını dinlerken şunu anlardınız; sesi ağzından çıktığında muhatap kulakları aramaz, yolunu kaybetmiş divaneler gibi oraya buraya çarpmaz, kırıp dökmez; ama nereye varması gerekiyorsa oraya varır, müminlerin kalbindeki baş köşeye otururdu. İşin garibi bunu kimseye çaktırmazdı, ne oluyorsa bir anda olmuş bulur, manasını bilmeseniz de ayetullahı içinizde hissederdiniz…

    Mehmet Hoca’nın tilavetindeki bu sırrı eskiler hemen fark etmiş. Berberahmet (Ahmet Kabadayı)dan rivayet ediyor. Hacapdıramanların Mehmet Keleş Hoca dermiş: “Zevkli bir Kur’an tilaveti istersen abdest alıp alıp Akbaş Mehmet Hoca’yı dinleyeceksin.”

    Hocanın samimiyeti yalnız sesine sinmiş değildi. Oturuşu, kalkışı, yürüyüşü, konuşması… hasılı bütün insan ilişkilerinde bu hali gözleyebilirdiniz. Yalnız zaman zaman bu içtenlik, tevazuya dönüşürdü. Haline baksanız iddiasız biri olduğunu hemen anlardınız. Belki de onu önemli kılan özelliği budur; insanlar arasında ne kadar küçülürseniz, o kadar büyüyorsunuz… O kendini hiç büyük görmedi, sıradan biri saydı, öyle yaşadı. Hafız idi, lakin bunu kimsenin gözüne sokmadı. Anıtkaya’nın beş camisinde imamlık yapan tek hoca olmasına rağmen, oğlu Ömer Karakaya demese bunu bilemezdim…

    Hoca Emmi meselesine gelince… Başkalarının ona nasıl hitap ettiğini bilmiyorum, ben böyle derdim. Bunda Körhoca Dedemin talebesi olmasının payı mutlaka vardır. Bizim ailede ona, dedemin yadigarı gibi bakılırdı. Bu yüzden 1979 yılındaki hatim duama “Git Hocaemmini de ünne” dedikleri günden beri benim Hoca Emmim idi…

    Doksanlı yıllarda çocuklar çığırdıkça, nazar diye Çerçilerin Eşe Nineye okuturlardı. Rahmetli bir gün demiş “Çok şiddetli nazar var okumakla geçecek gibi değil, gidin Mehmet Hoca bir şeyler yazıversin…”  Esasında Hoca Emmi böyle şeylerden rahatsızlık duyardı. “Dedenden öğrendiğim bir tılsım var, şimdi ben onu yazayım, sen daha okunaklı ve düzenli yazıp çoğaltır, ihtiyacı olana verirsin. Bir daha bana böyle şeyler için gelmeyin” demişti. Yazdığı şeyi hala saklıyorum…

    İçimizden biriydi… Formel eğitim almamış, alaturka/Türk tarzı bir Hafız idi. Hıfzettiği, ona vakar kazandırmış ama kibirlendirmemişti. Hafızlığına işaret edecek bir kisvesi yoktu. Zorluyorum hafızamı, ama dışarıda takkeyle dolaşır görüntüsünü hatırlamıyorum. Gözümün önüne hep sıradan Anıtkayalılar gibi kasketli haliyle geliyor…

    1937 Yılında doğan Mehmet Karakaya, namıdiğer Akbaşın Mehmet Hoca yahut benim Hoca Emmim 2009’da vefat etti…

Share with others

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir